Umut dolu
tarla kuşları
kentin kıyısına
hep gece
kondu.
Geçtiğimiz haftalarda, bitmeden hemen önce görme fırsatı bulduğum Gökçen Ataman’ın Arnavutköy Fotini’de gerçekleştirdiği sergi aklıma Sunay Akın’ın bu dizelerini getirdi. Aslında çok uzun bir geçmişi olmayan ama neredeyse varlığına artık alışmaya başladığımız rezidanslaşmanın ötesinde Türk toplumunun ve aslında bizim ne olduğumuzun, çocukluğumuzdaki mahalle sıcaklığının ve samimiliğinin unutulmaması gerektiği üzerine uzun uzun düşündüm. Sanatçının sergi yapmayı tercih ettiği alternatif mekan seçimi ile sergilenen eserler arasındaki uyum tam da izleyiciye sordurmak istediklerini bu tarihi yapı içerisinden göz kırparak oldukça güzel veriyor.
Gökçen Ataman’ın sergisi Arnavutköy Francala caddesi üzerinde tüm heybeti ve güzelliği ile tarihi dokusundan hiçbir şey kaybetmeden salınan ahşap karkas bir konağın giriş katında yer alan Fotini adlı mekanda 16 Kasım – 12 Aralık tarihlerinde gerçekleşti. Tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte konağın yaklaşık olarak 1900’lü yılların başında Balyan Ailesi tarafından yapıldığı söyleniyor. Konak, Ağa Han mimarlık ödülü almış olan Nail Çakırhan tarafından da 1994 yılında aslına uygun olarak restore ediliyor. Mekana sergi vesilesi ile gitmiş olmam ve aynı zamanda konağın tarihini de sahiplerinden dinlemiş olmam ile birlikte restorasyonun gerçekten aslına sadık kalınarak yapılmış olması, son zamanlarda gördüğümüz tarihi yapıları katleden restorasyonları da gördükten sonra oldukça mutlu ediyor. Neyse ki diyor insan bu konak hala tüm ruhu ile yaşıyor.
Gökçen Ataman’ın kendi deyimi ile malzeme olarak bulduğu her şeyi kullanıp, yapmış olduğu heykeller 1950’den sonra başlayıp artarak devam eden süreçte kentlerde gecekondulaşmayı bir belgesel gibi sunuyor. Ataman, 1950’lerde köylerden kentlere göçün artmasının sonuçları olarak, insanların en temel ihtiyacı olan barınmayı sağlamak adına kentlerin merkeze uzak yerlerine bir gecede kondurulan bu yapıların minyatür birer yansımasını izleyicisi ile buluşturuyor. Sanatçı, eserlerin yapım aşamasında ciddi bir araştırma yapmış.
Küçük gecekondu evlere bakıldığında çok değil 20-30 yıl önceki İstanbul ve Ankara mahallelerinin birer yansımasını görmek mümkün. Tabii Gökçen Ataman Ankara doğumlu olduğu ve orada uzun süre yaşadığı için aslında tam olarak Ankara mahallelerinin birer yansımaları demek daha doğru olur. Ancak aynı dönüşüm ve değişimin İstanbul’da da olduğunu düşündüğümüzde eserlerden genel bir mahalle ve yapılaşma tarihi okumak mümkün duruyor. Mesela sergiyi gezerken öğrendim ki, henüz bitmeyen hemen hemen tüm inşaatlarda o yapı bitene kadar en tepede bir Türk bayrağı mutlaka asılı kalırmış. Yine Gökçen ile sohbetimiz sırasında eserlerinden yola çıkarak öğrendiğim kadarıyla yapılan gecekonduların ilk katından sonra atılan ve sadece temel olarak bırakılan fazlalıklar Türk aile yapısının “ oğlum/kızım evlenir bir kat daha çıkarım.” yansımasının önemli bir işaretiymiş. Bu sergide kentlerin dönüşümünü izlerken Türk aile yapısını da uzun uzun düşünmek mümkün.
Gecekonduların özensizce ve varlıksızlığı her yerinden okunur şekilde alelacele bir toprak parçasına kondurulması, barınmanın önemi, aile kavramının iç içeliği, o yokluğa rağmen çoluğun çocuğun geleceğini düşünerek yapının ucunu açık bırakmak ama belki de aynı zamanda Türk aile yapısının ne kadar sarmaşık gibi iç içe geçmiş olduğunu görmek, oğlanı/kızı kendi çevresinden başka bir yerde düşünememek ile bağdaştırıp Türk aile yapısında çocukların neden bağımsız ve birey olmakta güçlük çektiklerine kadar uzun bir düşünsel yolculuğa çıkabiliriz.
Böyle bir serginin yaklaşık 130 yıllık tarihi olan bu konakta gerçekleşmesi ise aslında sanatçının kendi eserleri için en doğru mekanı bulduğunu gösteriyor. Bir yanda tarihi dokusu bozulmadan korunabilmiş Arnavutköy’de salınan bir konak bir yanda içerisinde sergilenen gecekondular, kaçak katlar. İkisi de birbirinin düşmanı belki de ancak ikisi de bir arada oldukça doğal ve samimi duruyor. Rezidanslaşmanın öncesinde ne olduğumuzu hatırlatıyor.
Sergiyi ziyaret ettiğimde sevgili Gökçen Ataman’ın gelecek çalışmaları ile ilgili projelerini de dinleme fırsatı buldum. Aynı disiplin üzerinden dikkat çekeceği daha çok konu var gibi gözüküyor. Bu yüzden bir süredir hiçbir sergide hissetmediğim “sanatçı acaba bu sefer bize ne sunacak” heyecanını tekrar yakalamak, kendisini sürekli tekrar eden sanat piyasasına bakıldığında oldukça sevindirici.
**Bu yazı 14 Aralık 2017 tarihinde Ek Dergi'de yayınlanmıştır.
Comments